بسم الله الرحمن الرحیم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Bizleri yoktan var eden varlığından haberdar eden Allah’a sonsuz şükürler olsun.
Ne için gelmiştik dünya’ya…
Eğlenmek, sefa sürmek, nefsinin istediğini yapmak, yoksa mal biriktirmek yada makam ve mevki sahibi olmak için mi? Hiç ölmeyecek gibi dünya’ya bağlanmak mı? Bunlar için mi yaratmıştı insanoğlunu Hâlik olan Allah (c.c). Yoksa O’na (c.c) kulluk edelim diye mi? İnsanoğlu zamanla asıl olan fıtratını yitirdi. Asıl vazifesi olan kulluğu unutup, makamın, gösterişin peşine düştü. Makam yükseldi, Allah’a olan şükür azaldı. Bu nimeti verenin bir güm imtihanla geri alacağını unuttu İnsan. Kazandıkça kazanmak istedi, dünyadaki her şeyin gelip geçici olduğunu bilmesine rağmen. Elde ettikçe kibir sahibi oldu, gururlanmaya başladı. Oysa kibir de, gurur da şeytanın vasıflarındandır. Bizlerin bu bataklığa düştüğü yetmiyormuş gibi evlatlarımızı da sürüklüyoruz. Namaz kılmasa da olur ama mutlaka doktor olmalıydı. Güneş doğmadan önce kalkıp Kur’an okumasa olur ama avukat olması için o saatte kalkıp ders çalışması çok mühim. “Bak falancanın oğlu mühendis, falancanın kızı bu üniversiteyi kazanmış, sen kazana kazana burayı kazandın.” diyerek, kıyaslayarak. Bizler böyle kıyas yaparken çocuk da şunu düşünüyor, ‘demek ki ki doktorluk çok güzel bir şey, hem doktor olursam annem beni de över, başların annesi de çocuklarına benden övgüyle bahseder’ Bir zaman sonra çocuklar da, ben onu geçmeliyim, ben daha üst makam da olmalıyım, şu kadar maaş almalıyım ki herkes özellikle anne ve babam beni övsün, herkes benim hakkımda konuşsun, yani böbürlenmeye başlar. Ancak insanoğlu övülmeye layık mıdır ki. Bir büyüğüm demişti ki yaptığın iş den dolayı seni övüyorlarsa ve sen bundan hoşnut oluyorsan, işte o yaptığın iş Allah için değil de nefsini tatmin etmek içindir. İşte çocuklar da bu yarışa giriyor, artık bu hayalleri kuruyor, mutluluğun bunlarda olduğunu düşünüyor. Çocuk bu yarışlara girdikten sonra anne baba ah vah etmeye başlıyor, ‘benim oğlum – kızım ne namaz kılar, ne Kur’an okur, şükretmeyi bilmez.’ zaman geçtikten sonra bunları söylemenin bir manası yok artık. Çocuklarımız da bize Allah’ın bir emaneti. Onları hem bu dünya için hemde ahiret için yetiştirmeliyiz. Çocuğumuz hem doktor… hemde namazında niyazında işte o zaman şikayet yerine şükür edebiliriz.
Bir ayeti-i kerime de şöyle buyuruyor Allah (c.c): *”Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orda size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz?” Gerçektende ne az şükrediyoruz. Varken şükrünü etmediğimiz şeyin gidince, sanki onu kendimiz elde etmişiz gibi şikayetini yapabiliyoruz maalesef. Oysa elinde olanın hatta bir gün canının bile elinden alınacağının bilincinde olsa insanoğlu, hem şükretmesini bilir hemde şikayet etmemesi gerektiğini. Dünya’yı neden bu kadar çok seviyoruz bilmiyorum fesadın, zinanın, dedikodunun, daha bir çok günahın bulunduğu bu âleme sevgimiz bağlılığımız neden? Eğer dünya yaşanılacak bir yer olsaydı Allah (c.c) ölümü yaratmazdı. Allah Rasulü (s.a.v) ile Hz. Ömer arasında geçen mübarek konuşma: *Hz. Ömer (ra), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer’in (ra) hıçkırıkları Allah Resûlü’nü uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (ra) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Peygamber Efendimiz (sav) hayretle sorar:
“Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?”
“Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni…” Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi (s.a.v), gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve *”Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı ” ayetini okuduktan sonra ekler:
“İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..” İstemez misin ey İnsanoğlu dünya onların ahiret bizim olsun. O (s.a.v) ki Allah’ın Rasulü olmasına rağmen makamı, mevki’yi, mülkü ve dünya’yı istememiş.
Mal var ama zekat yok, makam var ama şükür yok, dünya sevgisi var ama ahiret sevgisi yok. Bu kadar yok’un için de nasıl var olur insan. Önceden sağ elin verdiğini sol el bilmez iken şimdi sol elin duymasını geçin sağ el vermeyi bıraktı. Önceden komşusu açken uyunmazdı, şimdi komşu açlıktan ölüyor ama haberi dahi yok. Önce makam vardı, şükür de şimdi makam var şükür yok doyumsuzluk çok. Ne yapacağını şaşırdı insanoğlu en iyisi ben olmalıyım yarışına düştü. Makam, mal çoğaldıkça Allah’a olan inanç azaldı. Kendi bileğinin gücü sandı, kendisinin elde ettiğini düşünmeye başladı. Param var mülküm var gücüm her şeye yeter, istediğimi elde edebilirim, ben ne dersem o olur, bu yüzden de kimseye ihtiyacı olmadığını, kendi kendine yeteceğini düşünmeye başladı. Rızkı verenin, seni makam sahibi yapanın, bileğine çalışma gücünü verenin Allah (c.c) olduğunu unutuyoruz. Ben kazandım, benim param, ben kendim yükseldim, demeye başlıyoruz. Derken bir den elimizdekilerin hepsi tek tek gidiyor, paramız azalıyor, gittikçe makamımız düşüyor. O zaman da şikayete başlıyoruz, Allah (c.c) neden bana bunu verdi, neden kaybediyorum vs. sonra tekrar kazanıyoruz ama bu sefer yine Allah’tan değil de kendimizden biliyoruz. Allah bir alıp vererek bizi test ediyor. Varlıkta da yoklukta da şükredecek mi diye. Her şeyin ben ‘ol’ dersem olacağının farkında mı diye, ama insanoğlu her şeyi kendinden sanıyor. Kendini büyük görüyor insanoğlu. Şeytan da kendini büyük görmüştü de sonu cehennem ateşi olmuştu. Neden şeytanın vasfıyla vasıflanalım ki, onu yerine Hz. Ebû Bekir gibi cömert olabilir defalarca malının hepsini İslam için bağışlamıştı. Büyüklük kavgasına gireceğimize, cömertlik yarışına girsek daha güzel olmaz mı? *Ömer İbnü’l-Hattab (r.a) anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) bize, elimizde olanlardan tasadduk etmemizi emretti. Bu da yanımda mal bulunduğu bir güne rastladı. Kendi kendime dedim ki: “Bari bugün Ebû Bekir’i geçeyim.” Ve elimde verilebilecek ne varsa yarısını tasadduk ettim. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sordu:
– Evine ne bıraktın?
– Elimdekinin yarısını, dedim. Ebû Bekir’e:
– Sen evine ne bıraktın? diye sorunca Ebû Bekir:
– Allah’ı ve Rasûlünü bıraktım, diye cevâb verdi.
Ben de kendi kendime: “Bundan sonra hiç bir işte seninle yarışmam yâ Ebâ Bekir” dedim. Sonra Nebîyy-i Ekrem bize dönüp:
– “Aranızdaki fark, söylediklerinizin arasındaki fark kadardır” buyurdular. *Allah Rasulü (s.a.v) buyurdu ki : “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” Vasfıyla vasıflanacağımız güzel insanlar Ashab’dır. *”Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış.”
Rabbim bizlere ne için yaratıldığımızı unutturmasın. Varlıkta da yoklukta da şükredenlerden eylesin. (Amin)
* Araf Sûresi 10. Ayet.
* Dr. Arif Arslan (İstemez misin ya Ömer dünya onların ahiret bizim olsun. Kitabından)
* Ankebût Sûresi 25 / 64. Ayet.
* Altınoluk Dergisi 2020 – Ocak, sayı 407.
* Beyhâki, el-Medhal, s-164, Kenzul-ummal, h. No: 1002.
* Câmiu’s-Sagir, 11,12, Hadis No:1201.